25 Aralık 2011 Pazar

''Öteki'' kalanlar... (Aleviler)



Öteki demek, bilinenden ayrı, diğerlerinden farklı anlamına gelir. Biz yıllar yılı içimizdekileri, bizden olanları hep ötekileştirmişizdir. Mesela; Aleviler...

Yaşadığımız topraklarda Sunni mezhebinden sonra en fazla bulunan İslami inanıştır. ''İnanış...''. Bunlar insanlar, bizim içimizden, bizimle aynı dili konuşan, gözlerinin üstüne kaşı olan, ülkesine vergisini ödeyen, askere giden, çalışan, uyuyan, yemek yiyen.... Sadece kendilerine özgü bir 'inanış'ları var...

Peki onlara ne oldu? Onlar 1 Mayıs 1977'ta katledilmeye başlandı. Bu olay tarihe Kanlı 1 Mayıs olarak geçmiştir. Ardından 19-26 Aralık 1978 yılında Maraş katliamı yaşanmış ve 150 insanımızı yine kendi ellerimizle toprağa vermişizdir. Sivas'ta yakıldılar...

Sivaslı birine ''hangi ilçesindensin?'' diye sormazlar. Yakanlardan mısın? Yakılanlardan mısın? derler. Bir kız seversin alevi diye öldürür kalbine gömersin. Tabudur, yıkılması güçtür. Ama o kızında gözleri boğar seni...

Aleviler, sürgün edildi, işkence edildi, öldürüldü, intihar edildi... Sesleri hiç çıkmadı, seslerini çıkarmak için mecburen birilerine sarıldılar. Hep bastırıldılar, hep dışlandılar...

Sadece sevmeliyiz, birazcık sevgi...

Peki biz bunlar olurken neredeydik?

22 Aralık 2011 Perşembe

Katil Ermenistan, Katil Fransa, Türkiye ve Azerbaycan...



Sözde Ermeni soykırımı gibi saçma sapan bir iddiayı Fransız parlamentosu bugün kabul etti. Olay o kadar onur kırıcı ki, Türkiye'de yaşayan Ermeni ve Fransız'lar, ve Fransa'da yaşayan Türkler zan altında kalıyor. Şimdi herkes kendi tarihi ile hesaplaşmak zorundadır...

Cezayir 1930 ve 1962 yılları arasında Fransa mandası altında kalmış ve 1.5 milyon insan öl(dürül)müştür. Bu konu açıldığında Fransa, ''Bu konuyu tarihçilere bırakın...'' der ve hatasını bile kabul etmez. Ama Ermeni soykırımına (sözde) kabul etmiştir.

8 Mayıs 1945'te Setif şehirinde savaştan sonra vaad edilen bağımsızlık için gösteri yapan halka makinalı tüfek ile ateş açılmış binlerce kişi öldürülmüştür.

Emekli Tuğgeneral 
 Paul Aussaresses en az 1509 kişiyi yargısız infazda bulunduğunu itiraf etmiştir.

Ermenistan meselesine gelince, evet ölmüştürler, 1828 başlayan tehcir sırasında illa ki ölenler olmuştur. Ama silahla, zorbalıkla yada katletmek üzere ölen Ermeni o-la-maz...

Hocalı katliamına ne diyeceksiniz pekala? Kanlı Ermeni örgütlerinin masum ve sivil Azeri Türklerine yaptığı acımasız işkencelere? Yada ASALA gerçeğini unutacak mı bu dünya? Bir devletin başka bir devlette bulunan diplomatını öldüren terör örgütü. Bunların hepsi Ermenistan'ın kanlı elleridir. İster gücü olsun, ister parası olsun, lobiymiş... Siktir edin, siz gücünüzü gösterin.

Türkiye'de yaşayan ülkesini seven Ermeni kardeşlere selam olsun. Biz bu ülkenin renkleriyiz. Kendini bilmez geçmişi logar kanalından daha kirli devletler yüzünden birbirimizi sevmemezlik yapmayalım.. Sevelim...

Türkiye Cumhuriyeti ve Azerbaycan Cumhuriyeti ilelebet dost ve kardeş kalacak ve tarihin onlara verdiği şerefli topraklarda ve şerefli atalarının kanları üzerine kurdukları vatanları kıyamete kadar baki kalacaktır...

P.S: İç haykırıştır. Kimseyi bağlamaz.


14 Aralık 2011 Çarşamba

Ben Filistin'li çocuğum...





Ben Kudus'ün köhne bir köyünde yaşayan Filistin'li çocuğum.
Benim gibilerini görürsünüz akşam çayınızı içtiğiniz sırada haberleri izlerken.
Ya bir silah namlusunda yada ağlarken yahut kaçarken...
İçten bir kaç küfür savurursunuz, bunu yapanlara, sonra dizinizi takip eder ona ağlarsınız.

Ben Filistin'li çocuğum, ağlarım çoğu vakit sizin gibi.
Aşk ararsınız saman alevi gibi yanan bir içtenlikle.
Aşk ararım ben enkazın diblerinde...
Genelde üzülürsünüz terk edince, işte ben ağlarım terk edilince.

Korkarsınız ansızın atılan silah seslerinden yada havai fişeklerden.
Ben uyumaya çalışırken kulaklarım alışıktır füze seslerine dua ederim evime isabet etmesin diye.
Dert edersiniz erkenden okula gitmeyi, iple çekersiniz kar tatillerini.
Ben bihaber gelirken okulumdan, karşıma çıktığında İsrail askeri ürperirim.

Siz kalplerde yada bir smsle el olduğunuzu hissedersiniz.
Ben doğduğum topraklarda, el olduğumu hissederim.
Ecdadıma laf atarsınız sizler, kanlı gözlerle ekranda gördüğünüzde.
Ama babanızın bir hatası sizi vurmadığını bilirsiniz,

Ne zaman duyacaksınız sesimi?
Gözleriniz önünde hemen yanı başınızda ölüyoruz biz halbuki.
Oyunlar oynarsınız, en güzel yerlere gidersiniz, bizim oyunumuz İsrail askerlerine attığımız taşlar.
Ne zaman silinecek gözlerimizde ki yaşlar?

Siz aşkınızdan ayrıldığınızda, içersiniz tenhada kalmış bir meyhanede,
Ben aşkımı aramak için haykırırım enkazın diblerine...
İstemsiz çığlıklar dolar Kudus yollarına, kalpleri yaran, kulakları patlatan bir ses çıkar dudaklarımdan...
''Anne''...

Hüseyin Yıldız

Okumadan yazmak...



Hayatımızın bir çok anında bilmeden konuşuruz, dinlemeden yorum yaparız, anlamadan yargılarız, tanımadan eleştiririz. Biz insanız ve sadece egolarımızla hareket ediyoruz ve ne yazık ki bu hoş bir şey değil. Ha bu günlerde birde okumadan yazmak türedi gitti...

Sosyal paylaşım siteleri artık şiir, aforizma ve hikaye yazanlarla doldu taştı. Birde bu güzel insanlar isimlerinin önlerine ''yazar'' sıfatını cüretkarca koyabiliyorlar. Ergenlikten kurtulamamış ruhların, kocaman vücutlarda hapsedildiği, beton yığınlarının arasında sadece ''benlik'' duygusu ile hareket eden bu insanların yazdığı bu yazıları okumak hoşuma gitmiyor da değil.. Aralarında gerçekten kaliteli adamlar da var...

Okumadan yazdıkları kanısındayım, kelime zenginliklerinden (fakirliğinden) anlaşılabiliyor bu, heybelerinde sadece kuru ekmek ve kokmuş bir baş soğanla geziyorlar çünkü...

Bir adam Victor Hugo okumadan kalem eline almamalı, Dostoyevski ve Shakespeare'in kelimelerinin tadına bakmadan yapmamalı bu işi. Pablo Nedura'nın şiirlerinden tatmalı birazda, Atilla İlhan kokmalı kalemi yada Ömer Seyfettin gibi akıcı olmalı, Orhan Kemal gibi diş acıtmalı, Nazım Hikmet gibi toprak kokmalı birazda.

Atarlı, küfürlü yada aşk kokulu yazmak değil asıl olan, aşk senin kelimelerinle kokmalı, atarı cümlelerin, küfrü harflerin yapmalı... Okumadan yazmak, ekmeksiz yemek gibidir, doyurmaz....

12 Aralık 2011 Pazartesi

Saygı duyuyorum...

Türkiye'de büyük bir kesim ezberletilmiş ahlak, din ve saygı kurallarını benimsemiştir. Bunlardan biri ''Saygı duyuyorum...''.

Karşı taraftakinin dinine, düşüncesine, ideolojisine, yaptığı işlere, cinsel tercihine kısacası yaptığı ve sana ters olan her şeyi onaylamıyorsun, doğrulamıyor ve desteklemiyorsun ama saygı duyuyorsun... Peki neden?

Ben mesela geçmişi unutan, yerine göre Vahdettin'e hain diyen zihniyet, yeri geldiğinde de ''Avrupa'yı titretmiş bir milletin torunuyuz biz ulan!'' diyebiliyor. İşte bu tip insanların ciddi anlamda beyinsiz yaşamlarını sürdürebileceğine anatomik olarak inanıyorum.

Saygı duymak nedir? Hürmet göstermektir, değer verdiğimiz bir insanın adını andığımız anda ilk başta oluşan o histir. İstemsiz o duygu ile oturuşunun bile değişmesidir... Saygı duymak karşındakini ciddiyetle takdir etmektir.

Ama sen şimdi karşındakinin düşüncesi sana farklı gelecek oturup tartışmayacaksınız, doğru yol bulmak için tezler sunmayacaksınız, ''dediklerine karşıyım emme saygı duyuyorum, valla saygım sonsuz düşücenlerine...'' ya bi siktir git.

Aslında bunun gerçek sebebi ezberci eğitimdir. ''Ne alaka şimdi?'' diyebilirsiniz. Çünkü bu sistem halkın büyük bir kesimini işçi olarak yetiştiriyor. Zaten yöneticiler ve patronlar babaları ve annelerinin soy adı ile dünyaya geliyor. Geri kalanlar işçi olduğu için o sıfatla, düşünmeden, hiçbir fikri olmadan, beyinsiz olarak hayatlarını sürdürmek birilerinin servetine servet katarlar ve ölürler...

Altının bok olduğu bir dünyada, götsüz doğan milyarlarca insana selam olsun...

P.S: Anlatmak istediğim şekilde saygı duymak ve duyulmak çok hoş bir şey değildir.

3 Aralık 2011 Cumartesi

Böyle gelmiş böyle, böyle gider...



Türkiye Cumhuriyeti 88 yıllık varlığı boyunca vatandaşını ne kadar sevmiştir? Mesela 2. Dünya savaşında ülkeyi aç bırakan İsmet İnönü... Gezileri sırasında yanına gelen ufak bir kız. ''Bizi aç bıraktın..'' demiş, kendisi ise ''Sizi aç bıraktım ama babasız bırakmadım.'' cevabını vermiştir. Bu cevapla ülkeyi aç kalarak bir savaştan çıkardığını belirtiyordu. Ne kadar basit bir savu...

Bir başka olay, 2 Mayıs 1954 tarihinde yapılan genel seçimlerde halkın %57'sinin oyunu alan Demokrat Partinin Lideri, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, İstiklal Madalyalı Adnan Menderes seçimlerden 7 yıl sonra idama yürüyordu. Cunta ve yasakçı yönetim halkın %57'sini astının farkında değildi. Yanlışlar bir anda hızla yüzeye çıkar, doğrular ise ağır ağır ilerler.

Siyaset Türkiye Cumhuriyetinde hiç olmadığı kadar boktan ilerliyordu. Haksızlıklar, yalanlamalar, sahtecilikler, hortumlamalar hız almadan devam ediyordu. Halkın partileri her zaman ezilmişlerdi, Türkiye'de gizli bir monarşi sorusu akıllara gelmiyor değildi, bir sınıf hep kazanıyor, harcıyor. Diğer sınıf karın tokluğuna yaşıyordu.

Eğitim sistemi de hep bozuktu. Parasız eğitim isteyenler hapis cezası alıyordu. Sadece türban taktığı için eğitim hakları tecavüze uğrayan yüzlerce kız vardı ortalıkta. Direnenler ve onları buldozer ile ezenler.

2003 yılında Kuşadası'nda bir terör olayı yaşandı. Minibüste bomba patladı... Durum vahimdi, içimiz bir kez daha yandı. Ama ölen İngiliz turistlere 2 milyon $ tazminat verilip, Türk vatandaşları için 80 bin lira ödememek için temmize giden bir devleti görünce. Bu sefer içimiz tutuştu. Kendi evimizde gurbette hissettik kendimizi.

Ana kuzularımız şehit düşüyor bir bir. 1071 yılından beri aynı topraklarda yaşan bu halk, bugün ayrı gayrı olduğunu sanıyor. Suç kimde? Başta ki kendini bilmez bir kat hödük yüzünden. Birbirinden kız almış, kız vermiş. Kapı komşusu olan iki ayrı millet nasıl olurdu aynı çatı altında ''Yok ben küstüm..'' diyebilir? Saçmalamayın ağalar!

Sonra internet yasakları ile tanıştık. Aslında yasak demekte yasak. Bunu demem bile yasak, neyse kısacası böyle gelmiş, böyle gider bu çark. Olan yine bize oluyor.

Bu yazı sadece içten gelen bir kaç haykırışın japon pipisi kadar yansımasıdır. Şimdi kapa bu sayfayı sistemin işleyişine devam et.