1 Mayıs 2012 Salı

3 Ten 1 Yalnızlık ...





Biz insanlar ne kadar güçlü yaratıklardık halbuki. Yaşadığımız dünyayı mahvettik. Televizyon başında belgesel izlerken, bir aslan antilobu yakaladığın da içimiz acırdı. Aslana küfürler eder, antilop için yas tutardık. Lakin bu doğanın dengesiydi, o sadece karnını doyurmak için avlardı. Biz ise kolye, yüzük yapabilmek için fil öldürdük. Ayakkabılarımız güzel görünsün diye timsah derisi kullandık. Şık görünmek için hayvanların kürklerini, daha o derisinin sahibi canlıyken üzerinden çaldık. Binlerce yıldır iki metrelik kumaş için uykudaki ipek böceğini diri diri yakan bizler değil miyiz? Sanayileşme ile ciğerlerimize aldığımız havayı mundar ettik. Dünyaya karşı o kadar güçlü olduk ki, hırsımızdan insanlığımızı unuttuk. Duygulardan yoksun, kısacık hayatı entrika, hırs ve savaş içinde geçen kemik yığınlarına dönüştük. Bir aşk bizi tamamen harabeye çevirebiliyordu. Biz insanlar ne kadar güçsüz yaratıklardık halbuki...

P.S: Kısa bir pasaj

29 Mart 2012 Perşembe

3 Ten 1 Yalnızlık (pasaj) ''Çok mutlu olursanız....''



Hasan'ın bana sürprizleri bitmemişti. Gramafon almıştı ve şu anda sayamadığım sayıda plak. Hayallerimde hep gelinliğimle gireceğim evin kocaman bahçesi olurdu. Sevdiğim adamla o bahçede kahvaltı yapar, akşam yemeği yerdik. Çocuklarımızı o bahçede büyütürdük. Yıllar sonra o bahçede torunlarım dolaşırken, ben kendimi gramafondan çalan o müziğin eşliğinde gençliğimi izlerken bulmak isterdim.
Arka fonda bu sefer Müzeyyen Senar, Fikrimin ince gülü çalıyordu. Gramafondan gelen ses bana başka kapılar araladı. Ben bu kısa ama kocaman hayatımda sadece sevmek ve sevilmek istemiştim. Arkadaşlarım beni sevsin istemiştim. Benden bir şey beklemeden sevsinler, yaşanılan onca yılı çöpe atmasınlar istemiştim ama olmadı. Ailem beni sevsin istemiştim. İstediğim elbiseyi almaları ya da aldığım taktirden sonraki hediyeyi sevmemiştim ben. Beni sadece ben olduğum için sevsinler istemiştim. Erkek arkadaşlarım beni sevsin istemiştim. Gözlerimi sevsinler, ruhumu, kalbimi, düşüncelerimi sevsinler istemiştim. Tenimi, vücudumu, göğüslerimi ya da bacak aram için beni sevsinler istememiştim.
Sevgi bazen dokunuştur, saçlarının okşanmasıdır ama ben en çok ruhumun okşanmasını istemiştim. Ben en çok kalbime dokunulmasını istemiştim. Hasan bunu başarmıştı. Zaman makinesine inat beni geçmişten alıp geleceğe götürmüştü. Bu adamı kuşkusuz seviyordum.
Hasan duşa girince bir plak daha taktım. Müzeyyen Senar, Gamzedeyim deva bulmam. Bir bardak viski alıp yayına usulca bir sigara yaktım. Ses ve sözler bu zamanın şarkıcılarını yerin dibine sokacak kadar kaliteliydi. Uzaklara gitmemek elde değildi.
Çok mutlu olursanız bir gün uyanırsınız. O rüyadır çünkü hayat mutlu olmanıza izin vermez. Bu rüyadan uyanmamayı diliyordum. Hayatın bu kadar acımasız olmaması için dua ediyordum.
Hasan belinde havluyla duştan çıktı. Diğer bir havluyla da saçını kurutma telaşına düşmüştü. Bu halini gülümseyerek izledim. Ufak, yaramaz bir çocuk gibiydi ve bu çok hoştu. Usul usul, utanarak yanıma yaklaşıp belime sarıldı. ''Çok içmedin değil mi?'' dedi. Hiçbir şey demedim, sadece boynunun kokusunu ciğerlerime çektim. Toprak kokuyordu, anne, baba kokuyordu. Kocaman adam bebek kokuyordu. ''Beni sakın bırakma'' dedim ve daha sıkı sarıldım.

P.S: Bu blogtaki tüm paylaşımlar şahsıma aittir. ''3 Ten 1 Yalnızlık'' yeni kitabımın adıdır. :)

25 Mart 2012 Pazar

3 Ten 1 Yalnızlık (pasaj)



Ankara'nın yazları da çekilecek gibi değildi. Bu yıl daha fazla bunaltıcı ve kasvetli bir sıcak hüküm sürüyordu. O kadar sıcaktı ki bazen nefes almak bile zor geliyordu. Bu sıcaklığın bir güzel tarafı vardı oda akşam serinliğinde sevgiline sarılıp parkta dolaşmak gibisi yoktu. Tüm Ankara, yaz akşam sokaklarda, park yerlerinde ya da caddelerdeydi.
Yoldan bir taksi çevirip eve doğru yola koyuldum. Mutlu ve rayına oturmuş hayatımı gözden geçiriyordum. Hayatımda ilk kez bu kadar planlı ve geleceğe dönük yaşıyordum. Bazen kendimi Hasan'ın eşim ve biz yatarken ortamızda küçücük ayakları olan bir adamın hayalini kurarken buluyordum. Belki de bu hayatta kötü olan her şeyi yok edecek, tek uğraşım onun gülmesi ve sağlıklıca büyümesi olan bir bebeğim olacaktı. Boşlukta olduğum, neden yaşamadığımı bilmediğim şu dünyada benim dünyaya geliş sebebim, var oluş nedenim olacaktı. Karnımdayken et seğirmesi gibi hissettiğim minicik kalp atışları beni bu dünyada sabit kılacak ve sarsıntılardan yıkılmamı engelleyecek temelim olacaktı.
Bana muhtaç bir can, bir birey olacaktı. Ben de ona muhtaç olacaktım. Onunla gülüp, ağlayacak. Belki sevdiğim adam ikinci plana atacaktım ya da onun için canımı ortaya koyacaktım. Annelik böyle bir şeydi. Peki ben anne olacak donanıma sahip miydim? Olay sadece doğurmaktan mı ibaretti? İçgüdüsel olarak bu bana doğuştan verilmiş miydi? Sorular hiç peşimi bırakmıyordu. Modern insanın en kötü huyu buydu. Fazlasıyla nevrotiktik. Saçma sapan sorunlarımız ve etrafımıza bulaştırdığımız gereksiz dertlerimiz vardı. Acımasız olan hayat mıydı? Yoksa içinde var olan insanlar mı?
Düşünceler içinde evin önünde taksiden indim. Annelik duygularım kabarmıştı ve kurduğum hayallerin hala etkisi altındaydım. Şimdi bebeğim olacaktı ki eve girip baldırlarını ısıracaktım. Acilen Hasan'ın bana evlilik teklif etmesi gerekiyordu. Dua ederek eve girdim.

11 Mart 2012 Pazar

500T



500T, İstanbul'un ulaşımında önemli yer kaplayan, toplu taşımacılığı rahatlatan en önemli hatlardan biridir. Topkapı'dan Tuzla – Şifa Mahallesine kadar gider. İstanbul'un bir ucundan, diğer bir ucuna vesselam.

Bu hatta enteresan olaylar ile karşılaşmanız mümkündür. Öğrencisi, işçisi, işsizi, memuru, beyaz yakalılar, ev hanımları, doğulu, batılı, kuzeyli, güneyli... vs. her türlü insana rastlamanız mümkündür. Ayrıca bir yazar için bol malzeme kaynağıdır.
Değişik türde insanın ve her insan kendi yöresinin ağzı ile konuşunca ortaya gök kuşağını kıskandıracak bir renk tufanı oluşuyor.
11 Mart 2012 akşam 9 civarında 4. Levent'ten bindim 500T'ye kaynak yapmaya çalışan iki ergen kıza yine ''edep''ten yol verdim. Onların edepsizliğine bakışlarımla yüzlerine vurduğum kanısındaydım. İtişe, kakışa otobüsün ortasına bindim ve elimdeki çantayı ayağımın ucuna koydum. Dışarıda bir anda yoğun şekilde bastıran kar vardı ve hava soğuktu ama içerisi sıcaktı.
Otobüs içinde ki yüksek sesli konuşmalar belliydi. ''Arkaya doğru ilerleyelim'' Bu söz imamın ''Safları sıklaştıralım'' sözüyle ölümüne kapışırdı.
''İnecek var!''
''Orta – Arka kapıyı açar mısın?''
''Pardon''
''Bu durakta ineceğim, yer değiştirelim mi?''
''Camı acar mısınız?'' gibi cümlelerden ibaretti. Günün verdiği yorgunluk, eve yetişme çabam ve son olarak da trafiğin verdiği stresle tek işim bu otobüsten kurtulmaktı, diye düşündüğüm sırada iğrenç bir koku duydum. Sıradan bir insan böyle yellenemezdi. Otobüse binmeden önce bildiğin logara pipet dayayıp içinde ne var, ne yok içine çekmişti bu şahıs. Tüm camlar açılıp koku çıktıktan sonra kendinden geçen midem tekrar yerine geldi. ''Pardon'' deyip orta kapıya yanaştım ve evime yakın durakta indim...

P.S: Bu neydi şimdi? (inanın bilmiyorum sıkıntı) Ayrıca: Benim indiğim durak ahanda burası. :)

6 Mart 2012 Salı

Ülkeyi bölmek...



Bir ülkeyi bölmek aslında o kadar zor değildir. Ülke toprak ve üzerinde bulunan halkla bir bütündür. Geri kalan her şey teferruattır. Ülkeyi bölmek için kara parçasını ortadan ikiye ayırıp üzerinde yaşayan halkları paylaşmaktan daha değişik yöntemlerle de olabilir. Bakınız efenim.

Türk halkı direk gaza gelen bir millettir. Bu her daim böyle olmuştur. Damarlarımızda var olan o çılgın kan, eskiden savaşlarla bastırmaya çalıştığımız bu çılgın kanımızı, şimdi birbirimizi hırpalayarak tatmin etmeye çalışıyoruz.

Sağ – Sol dediler. Bir babanın bir oğlu sağcı, diğeri solcu oldu. Kardeşler birbirini vurdu, kimi mezara, kimisi hapse düştü. Kaybeden yine Türkiye oldu.

Alevi – Sünni dediler. Aynı ağacın kökünden beslenen dallar birbirlerine küstü. Bir taraf kuşuna dizildi, diğeri yakıldı. Kaybeden yine Türkiye oldu.

Türk – Kürt dediler. 1071 yılından beri birbirlerine kapı komşusu olan, kız alıp, kız veren. Omuz omuza savaşıp, düğün yapan iki ayrı ırk bugün düşman oldu. Birbirine hep sövdüler, saldırdılar. Kaybeden yine Türkiye oldu.

Laik – Muhafazakar dediler. Aynı apartman komşuları, sınıf arkadaşları, karı-koca, düşünceleri farklıda olsa anlaştılar ama meclistekiler anlaşamadı.

Galatasaray – Fenerbahçe dediler. Daha önce ''Avrupa Avrupa duy sesimizi işte bu gelen Türklerin ayak sesleri'' diyen taraftar bugün. 80 yıl önce ülkesinin kadınına tecavüz eden, erkeklerini öldüren neslin torunlarını destekler, kendi içlerindekileri dışlar oldu. Eleştiriye karşı küfür ve lafla tacize başladı. Futbolcuların karısı ve kızlarına laf eden delikanlılar (!) türedi son olarak da.

''Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir'' M. Kemal Atatürk'ün sözünün altında adaleti sağlamaya çalışan yargı mensupları, bu ülke halkının %70'sinin oyuyla geçen bir anayasa taslağını reddettiler. Halkın egemenliğini, yıllar önce İngilizlerin aldığı gibi ellerinden aldılar.

Başörtülüler üniversite girdiği anda ''rejim değişecek, devlet elden gidecek, İslam devleti kuracaklar'' diyenlere gülerdim. Şu anda daha çok gülüyorum. O zaman baş örtüsü ile üniversiteye girmek isteyenlere ''İran'a gidin'' diyen yobazları vardı bu ülkede.
Baş örtülüler yıllardır kendi vatanlarında gurbette muamelesi gördüler.

Kürt vatandaşlara ''Gidin Kuzey Irak'a o zaman'' diyenler var. Almanya, Hollanda, İsviçre, Fransa... vs. batsa orada ki Türklerin gelecekleri bir vatanı var ama Türkiye Kürtlerin vatanı.

Kısacası, Türkiye Cumhuriyeti şehit verildiği gün dışında birlik ve beraberlik görmemiştir vesselam. Allah şehitsiz, hep dik, kardeşçe, birlik içinde ilelebet aynı bayrak altında yaşamayı nasip etsin. Bürokratların ekmeğine bal çalmadan...

4 Mart 2012 Pazar

Sakarya ve Sakaryalılar üzerine...



Sakarya ile 2009 Ağustos ayında tanıştım. Sakarya Üniversitesi BESYO elemeleri için gelmiştim. Daha sonra üniversite için bu şehirde kaldım ve şu anda 3. seneme girmiş bulunuyorum. Sakarya, Anadolu'nun hoş ve şirin şehirlerinden biriydi.

Yeşil, mavi, sarı... Her tür renk vardır bu şehirde. Aynı şehrin içinde yaşayan halk gibi. Karadenizlisi (genelde Trabzon), Arnavut'u, Çerkez'i, Abhazlar, Boşnak... vs. Bir çok değişik etnik kökene ve memleketi, yemek tadı farklı insanların buluşması ile oluşmuş bir şehirdir. Yerlilerine ''Manav'' derler.

Birde bu renge renk katan güzel manzaralı, güzel bir üniversiteye sahip. Türkiye'nin her ilinden gelen değişik öğrencileri ile şehre ayrı bir tat verir. ERASMUS sayesinde Avrupa'nın bir çok değişik kentinden gelen öğrencilerde azımsanmayacak sayıda.

Aslında Sakarya halkı öğrenciye sıcaklar ama çok sıcak değiller. Çünkü öğrencinin rahatlığı onları biraz rahatsız edebiliyor. Alkol alıp bağırmalar, ortalığa kusmalar vs. vs...

Birde unutmaya çalıştıkları ama unutamadıkları bir 17 Ağustos'ları var. Üstünü ne örtüyorlar ne de açıyorlar. Yaralarını sarmışlar ama izleri duruyor. Kaybettiklerimizi rahmet ile anıyoruz.

Neyse biz yine Sakarya'ya gelelim. Sakarya'nın ortak renkleri de var yeşil ve siyah.... Sakaryaspor dendiğinde sokakta hayat durur. ''Yönetimde ne olmuş? Futbolcuların arası nasıl?'' Bu gibi sorular direk halk arasında konuşulur. Sakaryaspor, koca bir şehir takımıdır. Tam bir aile tadında. Güzel bir taraftar grubu var ''Tatangalar''.

Tatangalar: ''Biz bu şehri tribünden sevdik.'' derler. Sakaryaspor ve Kocaelispor birbirini sevmeyen aynı babanın oğulları gibidir.

Sakarya renkli ve zengin bir şehir. Havası, suyu, renkleri ve tadı ile... Sakarya'lılar da zengin insanlardır. Kocaman gölleri var, nehirleri var, Taraklı da müthiş evleri, Karadeniz'e bakan ilçeleri var, renkli Çark caddesi onlara ait ve kundaktan, mezara onları bağlayan Yeşil – Siyah renkleri var. Sakaryaspor'ları var...


P.S: Bu koca yürekli insanları kısacık anlatmaya çalıştım.

14 Şubat 2012 Salı

Nazar Değmesin...


Blogu artık daha faal kullanmaya çalışacağım. Burası benim kişisel gazetem ya da köşem gibi olacak. Dostlara sevgi, saygı ve hürmetle...
Kötü göz yok bu sayfada; ama sevenin de nazarı değer derler. Değmesin.
Nazarla, uğursuzla, uyumsuzla, olumsuzla, onursuzla işimiz yok bizim.
Bizim işimiz yazılarla, çizgilerle.
Bu raflardaki bütün yazılanlar, çizilenler sizindir. Özgürce bakın, okuyun derim. Çıkarken aldığınız yere bırakmanız kafidir.
Dükkanımın kapısının her açılışında, hoş bir zil sesi çınlar kulaklarımda. Sevinirim, içim ürperir.
Kahveler müesseseden.
Tadını çıkarın kahvenin, aşkın, akşamın ve kelimelerin.
Gülümseyin : )

Yasin Börekoğlu

http://www.yasinborekoglu.com/

26 Ocak 2012 Perşembe

Aşk istiyorum. ( 3 Ten 1 Yalnızlık'tan pasaj)


Kahramanımız Sanem'in defterine karaladığı bir kaç cümlelik iç haykırışı.



Aşık olmak istiyorum delice,sorgulamadan ,koşulsuz ,beklentisiz,dolu dolu aşk sözleri fısıldamak ,denize karşı alabildiğine bağırmak ya da dağlara karşı…İçimdeki dinmek bilmeyen bu eksik özlemi tamamına erdirmek istiyorum.

Aşkla sevişip aşkla ağlamak istiyorum,aşkla yaşayıp aşkla ölmek istiyorum. Söylenmemiş cümlelerimin bütün hepsini sarf etmek kalbimi göklere salıvermek istiyorum. Hissizliğimin yerini şefkat, ruhsuzluğumun yerini duygu alsın istiyorum. Nicedir yaşayamadığım her şeyi yaşamak istiyorum sınırsızca…Volkanlar patlıyor içimde…Lavlar sarıyor bedenimi kalbimi…Ellerim soğuk kalbim soğuk…Her gün bir umudum katlediyor kendini umarsız ve acımasızca…

Bıktım soğuk dudaklar ve taş kalplerde ısınmaya çalışmaktan. Dudaklarımın titreyerek öpüştüğü günleri özledim, kalbimin ürkek…. Gönlüme yer etmiş bu nasırı yok etmek istiyorum kazımak alabildiğince… Bir daha nasır bağlamamak üzere. Gözyaşlarımı kurutmak istiyorum bir daha akmamak üzere, hüznü silmek istiyorum tebessümlerimden ve yüzümden bir daha yerleşmemek üzere…

Değerli olabilmeyi hissetmek istiyorum… Okyanuslar gibi derin... Okyanuslar gibi gizemli ulu bir aşk istiyorum kalbime… Yaralarımı iyileştirmek istiyorum nüksetmemek üzere. her gün canlı canlı kalbinin mezarına toprak atan bu kadını yaşatmak istiyorum….”Zaten Aşklar Hep Böyle “ değil diyebilmek istiyorum.
Küçücük bir bedene sığdırdığım devasa dünyamı yaşamak istiyorum. Belki mutluluğun sonsuzluğunu arıyorum, belki çok oluyorum, belki çok şey istiyorum ama ben küçük bedenime sığdırmaya çalıştığım dünyamı yaşamak istiyorum….

Var mı böyle bir aşkı bilen gören duyan? Var mı böyle bir aşkı yaşayan var mı böyle bir adama sahip olan? Alev olmuş yanan bir dudakla erimek istiyorum… Eritmek istiyorum tüm buzullarımı. Ben aşkı istiyorum ben aşkı aşkla yaşamak istiyorum. 

Hüseyin Yıldız

16 Ocak 2012 Pazartesi

3 Ten 1 Yalnızlık'tan pasaj...


İkinci kitap çalışmamın baş kahramanı Sanem'in günlüğüne yazdığı bir yazıyı paylaşmak istedim. Biraz egoistçe olabilir, umarım beğenirsiniz....

''Odamı toplarken gözüm dağınık yatağa gitti ve tekrar fantezi kurmaya başladım, ki bekaretimi bu yatakta kaybetmiştim. Sadece sevdiğim adamın olmak istemiştim,oda bana sahip olmak istemişti ve bunu başarmıştı. İlk beraber olduğum adam üniversiteden sevgilim Buğra'ydı. Ne zaman testislerini boşaltmak istese sevişmiştik. Belli bir süre sonra onun sevgilisi değil, altında yatan, erkekliğini doğuran seks kölesi haline gelmiştim. Bir kadın olarak zor geliyordu bu durum ama onu daha çok istiyordum. Her içimde olduğunda yeni zevklere yelken açıyordum. Ta ki beni başka bir kızla aldatana kadardı. Bu kızda bizimle aynı ortamda bulunan ve devamlı arkadaş arasında takılan Burçak'tı. Bir erkek sevdiği kadınla mı yatardı? Yoksa yattığı kadını mı severdi? ''



Zaman öyle hızlı ilerliyor ki; bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun izleri gibi... Sel gibi, rüzgâr gibi, fırtına gibi... Hiç mi olmalıydı insan çaresiz kadehlerde...




Kaybettiklerine yanmalı mıydı payına bir avuç toprak düşene kadar? Belki o zaman mı rahatlayacaktı artık, vazgeçecekti kaybettiklerine yanmaktan... Yalnızca kendi derdine düşecekti o vakit belki de...



Bir sigara dumanın da içine çekmek miydi geçmişi yaşam? Derinden, ciğerleri dumana yenik düşene kadar... Belki de bu yüzdendi tüm bağımlılıklarımız, kendimizle yüzleşip, hesaplaşamadığımızdandı.



Sicim gibi yağıyor rahmet bu gece, bazen ölülerimizi serinletmek için, bazen toprağa bereket sunmak için, bazen Rab'bın varlığını hatırlatmak için, bazen arındırmak için, bazen de ağlatmak için...



Çırpınış; boğulmak üzere olan bir insan için ne kadar önemli ve ne kadar gereksizse bizler için de öyledir belki de… Çırpındıkça batarız oysaki çırpındıkça da yüzeyde kalabilme umudumuz vardır az da olsa bizi oyalayan… İşte bunlarda hayatın bir kıyısından, kenarından, ucundan. Her şey ne kadar istediğine bağlı olan ve istediklerine ulaşman için gerekli uğraşlarındır esas olan…



Yalnızlık; bazen satırlar dolusu, bazen sokaklar. Bazen nağmeler dolusu, bazen dünyalar… Her birimizin yalnızlığı farklı isimlerde, farklı dokularda, farklı açılarda… Bazen de farklı bilinmezlerde… Buz tutmuş yürek ve vicdanlarımızda saklıyoruz yalnızlığımızı… Gardımız düşmesin, bizi kimseler üzemesin diye.



İsyan; bazen beklenilen fakat asla gelmeyen bir güne, güneşe, sevgiliye, dosta, eşe… Bazen gerici topluma, yalancı bahara, bazen istediğini sunmayan hayata, bazen acımasız bir diktatöre, adaletsizliğe, yargısız infazlara, bazen ön yargı ile beslenen insan katillerine, bazen konuşma hakkı vermeyen bir lidere… Bazen de demokratik olmayan demokrasiye...

Eurovision dair...


Eurovision ilk başta nedir? Avrupa Yayın Birliği'nin her yıl Avrupa ülkeleri arasında düzenlediği dünyanın en ünlü ve uzun soluklu şarkı yarışmasıdır.1956'da başlayan Eurovision macerası, San Remo Şarkı Festivali'nde doğdu. 24 Mayıs 1956'da İsviçre'nin Lugona kentindeki Kursaal Theatre'da gerçekleştirilen ilk gecede Hollandasviçre, Belçika, Almanya, Fransa, Lüksemburg ve İtalya iki kez yarıştılar. Gecenin birincisi Lys Assia'nın söylediği "Refrain" şarkısı ile İsviçre oldu.

Nedense bu yarışma Türkiye için her zaman vatan, millet meselesine dönüşmekte. Peki neden? Amaç ülkemizi tanıtmak mı? Yada el üstünde tuttuğumuz sanatçılarımızı bir anda yerlere sermek mi? Normal, sizin gibi duyguları olan, sadece meslekleri şarkı söylemek olan insanlar belli bir sıralamaya göre şarkılarını seslendiriyor. Ülkelerden gelen puanlarla o yılın birincisi belirleniyor.

Ama Türkiye bu yarışmayı vatan kurtarılacak gözü ile baktığı için kadılan sanatçıda, halk baskısı ve daha büyüğü TRT baskısı var. Kimileri güzel neticeler aldı. Kimi değerleri bu yarışmalarda kaybettik biz. Bu senede Bakü'de olacak Eurovision yarışmasına Can Bonomo'yu gönderme kararı aldı TRT. Neye göre? Kime göre? Kim istedi de seçildi? Bu sorular muamma, önemlide değil. İngiltere Adele ile katılacağı bir yarışmada, yanlış anlamayın ama Can'ın pek bir parlaklığı olamaz.

Zaten o yarışma baştan yalan dolan. Kimse sese oy vermiyor ki? Komşu komşuya oy veriyor. Kuzeyliler yan komşularına, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetime, GKRY'de Yunanistan'a, Slavlar yine birbirlerine veriyorlar oyları. Bunu ilkokulda ki çocuk bile bilirken neyin peşindeler zaten bunu anlamış değilim. Şimdiye kadar Türk halkı hep adaletli davrandı. Yine 12 puana kadar adaletli davranıyor. Bizde kendi ırkımıza oy veriyoruz. Azerbaycan candır diyoruz, iyide yapıyoruz.

Gerek yok böyle böyle saçma sapan gündeme. Kliplerin yasaklandığı bir ülkede biz nereye gidiyoruz diye soralım. Tosun Paşa filminde Adile annemizin bacaklarını görüyoruz diye erotik diyen zihniyete kocaman öpücükler...