29 Mayıs 2013 Çarşamba

Sen...




Yine karanlık çöktü şehre, fonda taş plakta çalan Müzeyyen Senar "Gamzedeyim deva bulmam."
Yalnızlık geldi karşıma "yine ben geldim" dedi ve buzlu rakısını kaldırdı "bize" dedi.
Titredim, istemeyerek de olsa uzattım kadehimi, pis pis sırıttı yüzüme,
Adını defalarca yazdığım cama baktım, ansızın silüetin belirdi ve ağlama nöbeti tetiklendi.

Adın süzüldü, ince belli bardaktan, kan damlarcasına, gereksiz ve acıydı...
Masaya kustum bir anda, hayallerimiz çıktı ortaya, bahçeli küçük bir ev, bahçesinde oynayan iki güzel çocuk...

Ağzımı sildim kokunla bulanmış hediye ettiğin elbiseye, iğrendim, midem bulandı, tekrar kustum hayalleri... bizi.
Camdan ıslanmış, çıplak şehre baktım, tanışmamız geldi aklıma, minik, boktan bir börekçide yağmurdan kaçıp, birbirimize tutulmuştuk.

Elbiseni gözyaşlarımla ıslatıyorum bu sefer, kokun bürüyor, mum ışığının acizliğinde aydınlanan odayı,
Masadaki resmine ilişiyor gözlerim, adın sızıyor tavandaki aralıklardan, yine dayanamıyorum bir kova koyuyorum altına, seni özlediğimde lazım oluyor...
Gramofonda sen çalıyorsun, dışarıda sen yağıyorsun, bardaktan sen akıyorsun, gözlerimde ki sağnağın adı sendin.

Ben seni bende yaşıyorum, güneş elveda derken şehre, sen doğuşu nerede, kiminle kutluyorsun?

Hüseyin Yıldız... 

31.12.2010

26 Mayıs 2013 Pazar

3 Ten 1 Yalnızlık (giriş)






                                   2008






            Hüzün kokuyordu Ankara’da hava… Ellerim ceplerim de biçare dolanıyordum Tunalı’da. Ankara hep böyleydi. Sisli, puslu, inatçı, belki de bu yüzden seviyordum bu kenti tıpkı benim gibi… Ama havası fazla resmiydi. Herkesin gözlerinden bir bıkmışlık okunuyordu. Soğuk siyasetçilerin, monotonluktan sıkılmış memurların ve emirler üzerine kurulu hayatları olan askerlerin kentiydi burası. Sanırım bu kadar resmiyetin arasında canlı bir şehir beklenemezdi.

            İş yerinden başım önde çıktım yine sokağa. Bunun kaçıncı iş başvurum olduğunu bile unutmuştum... Kaçıncı ''Biz sizi arayacağız?'' deyişleriydi? Yorgunluktan bitap düşüp kendimi zorlukla evime attım. On gün sonra kira günüydü ve cüzdanımda sadece otuz lira vardı. Bir de masanın üstünde birkaç bozukluk. Borç alacağım bir arkadaşım bile yoktu. Üç yıl önce babamla kavga edip evden çıkmıştım. Hiç istemediğim bir adamla zoraki bir evlilik yapmamı istiyordu. Aramızda 12 yaş vardı ve daha önce evlenip boşanmıştı. Garip annemde çaresiz ona boyun eğiyordu.

            Yalnız bir bireydim ve biliyordum bu beden buyruk altında yaşayamazdı. Kendini kendinden başka kim daha iyi tanıyabilirdi ki?

            Sıkıla sıkıla okuduğum kitabıma devam ettim. Çok satanlar listesinde görüp almıştım. İsim yapmış güzel bir kadın olmasına rağmen sıkıcı bir anlatımı vardı. Bir, iki hoş söz dışında boş bir kitaptı. Burada da anladığım kadarıyla şişirilmiş bir isminin olması, dolu bir insana işaret değildi. Kitabın ağır kelimeleri altında ezilerek uykuya daldım.






21 Mayıs 2013 Salı

Bir yudum hikaye...






Yüzünü yıkayıp aynaya öylece bakakaldı. Gözlerinin altı kıpkırmızı olmuştu. İki ay önceye kadar etrafa neşe saçan o adamın yerine, nefes alan bir ceset görüyordu aynada. Gözlerinden bir iki damla yaş daha boşaldı. Havluyla yüzünü kurulayıp lavabodan çıktı. Fonda Müzeyyen Senar’ın essiz sesi vardı. Tekrar arkadaşlarının yanına oturdu. Rakısından bir yudum daha aldı. Fondaki ses bu sefer Zeki Müren’indi. “Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim…”  diye başlayınca Murat elindeki kadehi havaya kaldırdı. Arkadaşlarının da bu şarkıya bir anlam yüklemesini bekledi. Kadehler tokuşturulunca Murat istemsizce uzaklara gitti, geçmişe doğru daldı sanki…
Sevdiği kızla kavga edip iki haftalık bir küslük yaşamıştı. Yine bir rakı sofrasında aramıştı sevdiği kızı. “Seni hep sevdim, seviyorum ve nefes aldığım sürece seveceğim” demişti. Kız ise sadece “Sevme  beni” deyip telefonu suratına kapatmıştı. Kızın hayatında başka birinin olduğunu öğrenmesiyle tüm hayatı altüst olmuştu. Aşk dolu yaşadıkları her gün, birlikte uyudukları, uyuyamadıkları, eğlendikleri, hayalleri, sözleri kocaman bir yalandı. Hayaller kurduğu o kızın gözlerinin bile yalan olduğuna inanıyordu artık ama kötü bir söz söyleyemedi. Belki söylese beş aydır çektiği bu acı dinecekti ama diyemedi tek bir kötü söz. Çok sevmişti çünkü, belki hâlâ da seviyordu ve biliyordu ki kimse onun Yasemin’i sevdiği kadar sevemezdi…
Hayatına yeni birini almak istedi ama yapamadı çünkü her gece uyurken burnuna Yasemin’in kokusu geliyordu. Murat her geçen gün eriyordu, acıyordu, kanıyordu. Arkadaşları bu duruma çok üzülüyordu ama ne elden nede dilden bir şey gelmiyordu…
Onsuzluğa alışmıştı artık unutuyordu acılarını. Tüm konsantrasyonu işindeydi artık. Nisan’ın ilk hafta sonunda kahve içmek için arkadaşıyla buluştu. Kahvesinden bir yudum aldı ve aklına o an rakı geldi. Rakı içerken geçmiş hatırlanırdı, Türk kahvesi içerken mazi… Geçmiş acı demekti, mazi gülümsetir ve geleceğe baktırırdı…
Mayıs’ın sonuna gelirken Murat bir telefon aldı ve  iş çıkısında Beşiktaş’a gitti. Hemen sahilde bulunan bir kafeye oturdu. On dakika geçmemişti ki karşısında Yasemin duruyordu. Ayrılmıştı o çocuktan ve ikinci bir şans istiyordu. Halbuki Murat’ın aklında sadece çektiği acılar vardı.  Kahvesini yudumlarken hep bu anı beklediğini geçirdi içinden… Pis bir tebessüm savurdu, Yasemin’e, acılarına ve hayatına…

P.S: Konuyla pek bir alakası yok gibi gözükse de "Deve-Diken-İnsan" 3'lüsü. Dürteceksin başka yolu yok!

Allah’ım gözleri, gözleri çok güzel…





Allah’ım gözleri, gözleri çok güzel… Sanki nurundan birkaç parça O’nun gözlerine bahşetmişsin.  Bebekler kadar şirin bir burnu da var. Güzel sözleri, tatlımı tatlı dudakları, kalbi, kirpikleri, bakışlarındaki o pırıltı… O’nu sevmek, seni sevmek gibi. O’na inanmak sana inanmak. O’nu üzmek sana isyan etmenin en kolay yolu sanki…

Ne bileyim elleri, teni, kokusu, rüzgârın esmesine sebep o güzel saçları… En güzel çiçeği kıskandıracak yüzü, inci tanesi dişleri…Güneş sadece sen görülesin diye doğar, ay, yüzün parlasın diye çıkarken. Yıldızlar sadece seni mutlu etmek için parıldıyor. Sanki tabiat sana amade, ben sana köle, sen kendi halinde, bunlardan habersiz biçare...

Sımsıkı sarıldığım anda son kez nefes alacak gibi saçlarının o mübarek kokusunu ciğerlerime çekerken, hasretle öpüşlerim. Çatlamış toprağın suya hasreti gibi hasret kaldığım dudakların… Ey güzel, sen ne güzelsin be! Senden çok basit bir şey istiyorum. Birbirimize ne zaman verelim, ne de saatlerden, günlerden, aylardan şikayet edelim. Boş ver her şeyi, herkesi, gel beraber yaşlanalım be…

P.S: Lan tamam ben bunu yazdım yazmasına, her kelimesine, her hissine inanarak. Lakin “nerede nerede o kız nerde?” Nerelerdesin ey gavur kızı! (ya da var ama o bilmiyor, mal mıyım ben? Psikolojik sorunlarım mı var? Şu anda kendi kendime konuşuyorum. Farkındayım. Neyse burayı da okuyorsanız sizde de bir sorun var lan, sigara yakın, olmadı bir soğuk su için, haydi öptüm.)

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Türkiye'ye ne oluyor?





Hatay... Türkiye'nin en önemli eski yerleşim yerlerinden biridir. Binlerce yıldır vardır. Kendi başına bir devlet olmuş ve 23 Temmuz 1939 yılında anavatana bağlanmıştır. Hatay sadece sıradan bir il değildir. Anadolu toprağının ve anadolunun o mağrur insanını içinde barındıran bir şehirdir. Türk, Kürt, Arap, alevi, sünni, süryani... Medeniyetlerin buluştuğu şehirdir...

Doğduğum şehirdir, şehrimdir.. Peki ne oluyor Hatay'a? Üzerinde ne türlü oyunlar oynanıyor? Yapılmak istenen nedir? Kamuoyu bu konuda çok bilgisiz...

Normal, sıradan bir Cumartesi günüydü, hava güzeldi, evlatlar annelerine hediye almaya çıkmışlardı. Bir gün sonra anneler günüydü. Anneler işine, komşuya, akraba ziyaretine... Ansızın olmuştu her şey. İki kahpe bomba ile sağır oldu kulaklar, sağır oldu Hatay... Evlatsız kalan anneler, annesiz kalan evlatlar. Bu ülkenin kara toprağı daha ne kadar kan istiyordu? Bitmemiş miydi? Çanakkale'de 250 bin aslan parçasını emanet etmemiş miydik toprağa? Ne kadar daha kan gerekli? Ne kadar...

Yayın  yasakları, yanıltıcı sözler, gündem değişiklikleri... Biz unutkan milletiz, unuttuk Hatay'ı... Dünyanın sayılı derbilerinden biri oynandı bir sonraki akşam. Fenerbahçe - Galatasaray unuttuk Hatay'ı falan. Ne gerek var ki gündem bir anda değişir. Başka bir pencereden bakarız. Akşam haberlerinde şehit haberlerini, Filistin'li çocukları izleyip kahrolsun PKK, kahrolsun İsrail diyen bizler, haberlerin ardından çıkan küçük Osman'a ağlamadık mı?

Neyse iğrenç bir maç oynandı pazar akşamı. "Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim" diyen Mustafa Kemal Atatürk'e inat, örnek olması gereken insanlar kavgaya tutuştular. "Aha olaylar oldu" derken oldu bir olay. Gencecik bir fidan öldü. Bir anne evlatsız kaldı anneler gününde. Farklı bir forma yüzünden...

Bize ne oldu böyle? Türkiye'ye neler oluyor? Biz ki düşmanımızı bile karşı sipere geçiren, ekmek veren, tedavi eden neslin torunları kendi dostumuzu öldürüyoruz. Bize en çok biz zarar veriyoruz... Yazık, çok yazık...


P.S: Dip not falan yok. Her şey ortada ey ortada...

10 Mayıs 2013 Cuma

Gelecekteki sevgiliye not...




Meleğim; ağzımın tadı  yoksa, hasta gibiysem, lokmalar boğazımda düğümleniyorsa, canım her an sıkkınsa, bulutlardan bile nem kapıyorsam, güneş doğsa bile tatmin olamıyorsam, inan bunlar sadece hayal ettiğim mübarek gözlerinin hasretindendir.

Her gece uyumadan önce, senin en güzel rüyaları görmeni diliyorum. Allah'tan seni koruması için gönderdiği meleklerin kanatlarının öyle büyük olmasını istiyorum ki, en masum, en kırılgan halinde bile sana kimseler zarar veremesin.



Aynı dünyanın çatısı altında, aynı oksijeni soluyor, aynı aya bakıyor da olsak belki de haberimiz yok birbirimizden. Aynı otobüse binmiş bile olabiliriz ya da aynı sıralara farklı zamanlarda oturmuşuzdur. Bir gece içerken sigaramı, saçlarının kokusunu rüzgarlar burnuma taşımış bile olabilir. Kim bilir?

Başka yakada, başka bir şehirde ya da ülkede... Bir yerlerdesin biliyorum, inanıyorum, kaderimizin kesişeceği o anı bekliyorum.

Sana papatyalar alacağım her sabah, işten gelirken sıcak ekmeğim komunun altındayken cebimde en sevdiğin çikolata olacak. Yıllar sonra karnına öpücükler konduracağım. Senin gibi narin bir kalbin seslerini dinleyeceğim. Sende bir mucizeye şahit olacağım belki kim bilir? Senin bu kurduğum  hayallerden haberin bile yok. Sende istiyorsun... Seni bulmak değil aramak isterim...

Sen bana, ben sana gelene kadar kendine iyi bak olur mu? Ben seni, senden öncede sevdim. Seviyorum, seveceğim...



Seni bulmaktan önce aramak isterim.
Seni sevmekten önce anlamak isterim.
Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de,
Sana hep, hep yeniden başlamak isterim.

Özdemir ASAF

P.S: Neredesin gavurun kızı? Kimseyi bu kadar beklemedim ben yahu! Kapriste bir yere kadar. Hadi bekliyorum. Öptüm, kib.

P.S. 2: Oradan, buradan, amannn!

7 Mayıs 2013 Salı

Akil Adamlar İlk Hedefiniz Kandil!




Önceden ne güzel magazin, milletvekilleri, sporcular vs. medyatik kişilerin haberleri yoğunluktaydı. Bir anda "Akil Adamlar" diye bir zümre çıktı ortaya. Kesinlikle içlerindeki her biri ayrı ayrı değerli ve saygın isimler. İşlerinde ve toplumda bir çok insana göre zirvede bulunuyorlar. İşte tam burada dünyada var olmasından en keyif aldığım soruyu soruyorum. "Neden?" ... !?!?

Neden ağğğbi? Amacınız nedir? Tamam illeri dolaşıyorsunuz, okulları, fabrikaları, esnafı, cadde, sokakları, ev hanımlarını, 76 milyon vatandaşa "kardeşliği, bir olmayı, saygıyı ve çözüm yollarını" anlatıyorsunuz. Müthiş bir şey ama kuzum inanın kendinizi yoruyorsunuz. Ne gerek var? Siz kocaman akil insanlar sokak sokak dolaşacağınıza dağdaki eli kanlı teröristlerle konuşun. Onları ikna edin... Akil Adamlar İlk Hedefiniz Kandil! Hadi, yemedi mi?

Dışarıdaki adam diyecek ki bu ülkede Türk Faşizmi var. Hani nerede? Türk Silahlı kuvvetleri dışında (devlet silah bırakmaz!) bir silahlı gücü var mı? Eşkıyası var mı? Halkın  halka bir problemi yok ki. Kürt candır... PKK?

Çocuk öldüren, bebek öldüren, sivil öldüren adamları affetmemizi nasıl beklersiniz akiller? Sizin iç sevdiğiniz birileri öldü mü? Öldürüldü mü? Kötü bir şey yapmıyorsunuz, iyi bir şey de...

P.S: PKK bitmeli arkadaş. Yoksa Kürt, Ermeni, Alevi, Şii, Dersim'li hepsi gardaşımdır ezelden. Akil akil gel .... bana takıl ağğğbiiim. Öğreteyim sana akilliği..

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Şımarıksın çocuk...





Şımarıksın çocuk... "O da dert mi canım?" diyene tek savun "Herkesin derdi kendine büyüktür." öyle mi peki? Ne çektin ki hayatta? Aç kaldın mı mesela Afrika'daki bir çocuk gibi? Ya da başına bombalar yağdı mı Irak'ta ki çocuk gibi... Yetimhanenin soğuk betonuna "anne" tasviri çizdin mi? Sonra sarıldın mı o soğuğa? Bir okul çıkışında İsrail askerlerinin namlusunun ucuna denk geldin mi? Kaç gece tecavüze uğradın? Kaç gece hıçkırarak ağladın... Enkaz diplerinde babana seslendin mi  hiç? Kardeşini hiç görememe telaşını yaşadın mı?Bir gece de tüm sevdiklerini kaybettin mi? .... Sen ne çektin be çocuk...

Şımarıksın sen çocuk... Olmayan dertlerini dert sanıp dertleniyorsun başka yaptığın bir şey yok. Tek doğdun, tek öleceksin... Taş çatlasan 100 yıl bu dünyayı göreceksin. Peki bu kadar hırs niye? Üzülme, üzme amacın ne diye? "Aşık" olduğunu zannedip girdiğin bu tripler niye? Bu kadar acı bir sonrakine ihanet değil mi? vs. vs. Derdin falan yok geri zekalı şımarıksın işte. Adam ol, kendine çeki düzen ver...


P.S: Paradokslarla dolu bir yazı. Aslında sizin tarafınızdan hiçbir şey belli olmuyor ama ben şımarığım... Ama kime ne? Siktiri boktan şeyleri dert ediyorum ya. Bazen "Offffff" deyip sigara yakmak yerine " Siktir et be" demek çok istiyorum. Dediğim zaman haberiniz olacak. Ergensel duygulara dewam ediyoruz qanqa. Ok kiß.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir değirmendir bu dünya.




Bir değirmendir bu dünya... Eleğinden her an birileri geçer, gider. "Neden?" sorusunu kimse sormaz. Mesela 80 yıl sonra, dünyada şu anda nefes alanların %90'ı  yaşamayacak bile... Bu kadar kısa bir hayatta kalp kırmak, üzmek, üzülmek niye? Sessizliği bozan kahkahalar olması gerekirken neden hıçkırıklar? Hayat çok kısa, üzülmek ve üzmek için çok ama çok daha kısa... Bu kadar kötülüğün ve karanlığın arasında sen iyi olsan? Sen bir ışık yaksan, tüm karanlığı dağıtsan... Polyanacılık diye düşünebilirsin ama değil. Bir ateşte sen yakmalısın karanlığa karşı. En basiti şu anda bu yazıyı okuyorsan hayattasın, nefes alıyorsun... Ve hâlâ boş boş oturuyorsun.

Haydi kalk! Sev, sevil, aşk'ın tadına bak. Kendini dört duvar arasına mahkum etme sokağa çık. Hayat sokakta. Sokakta hiç tanımadığın bir insana gülümseyerek selam ver. Oksijeni, ciğerlerin patlayıncaya kadar içine çek. Dostlarınla kahve iç, sigara iç. Eve dönerken annene çiçek al, sevgiline hiçbir şey yokken "Seni seviyorum" de, dostlarına "iyi ki varsınız" de, bir parkın önünden geçerken bir çocuğun saçlarını okşayıp onu salıncakta salla, gece kahveni içerken en sevdiğin müziği açıp yıldızları izle... Yani YAŞA! Ne kadar uzun hayat sürdüğünün ne önemi var? Ne kadar yaşadığın önemli. Hayatı ıskalama lüksün yok! Hayat plan yapmak, üzmek, üzülmek, kalp kırmak, kötü olan her şey için o kadar kısa ki...

Şimdi kalk ve YAŞA!

P.S: İlk kez insanca bir şey dedim size. Hâlâ öküz misali ekrana bakıyorsun. KALK! cicilerini giy ve sokağa çık. Bir yerden başla hayata. Şu anda bunu okurken harcadığın saniyelerin bile telafisi olmayacak... Öptüm, kib, by. Ok iyi eğlenceler sana!